Ankaramın Güzide Bir Köşesi - 2002

Ankara’dan, biricik Ankara’mdan, kendi şehrimden bir parça, bir köşe bulup sunacağım sizlere. Düşünüyorum. Çocukluğum geliyor gözlerimin önüne. Çocukluğumun Ankarası. Çocukluğumun sokakları, çocukluğumun Bahçelisi. - Yan evin kıpkırmızı laleler dolu tarla büyüklüğündeki bahçesi - Okul dönüşü kestirmeden gideceğiz derken, bilakis yolu daha da uzatmamıza neden olan bahçe duvarları, çitleri, gizli geçitleri - İp atlamak için üçüncü kişiyi bulamadığımızda lastiği geçirdiğimiz bahçe parmaklıkları - Sokak aralarında yanlara iki koca taş koyarak yapılan futbol kaleleri Çocukken en sevdiğim şey babama, anneme ya da dedeme kendi çocukluklarını anlattırmaktı. Bana anlattıkları şeyler öylesine masalsı, büyülü ve hoş gelirdi ki. Dayımın Hendek’te ağaç üstüne kurduğu kulübeyi, babamın Antalya Lisesi’ndeyken okulun hemen önünden akan sabahları yüzünü yıkadığı dereyi, dedem ve abisinin annelerinden dayak yeme pahasına evden kaçıp soyunup atladıkları dereyi o kadar iyi hatırlıyorum ki. Sanki kendi anılarım onlar. Oysa kendi çocukluğuma ait birçok şey gitmiş kafamdan, silinmiş. Bulanık. Flu görüntüler. Ben, hayatım, arkadaşlarım, sokaklar, yaşadığımız sokak, okul, ilkokulum, okul arkadaşlarım, mahalle arkadaşlarım... Kendi hayatımın görüntüleri fluyken, onlarınkini nasıl bu kadar net hatırlayabiliyorum? Daha yeni izlediğim bir film gibi. Çocuk masallarına meraklı değildim, çocuk klasiklerini de okumadım. Kırmızı başlıklı kızdan başka bir hikaye de bilmem zaten. Benim sevdiğim annemlerin hikayelerini dinlemekti. Gerçek yaşanmışlıkları. Köy hayatını, köy evlerini, ağaçları, tarlaları, dereleri... O çocuk kafamla hep onların çocukluğuna özenerek yaşamışım. Tırmandıkları ağaçları, tarlalardan çaldıkları portakalları hayal etmişim hep. Şehirli olduğuma daha o zamanlar üzülüyormuşum meğer. Bu tekkalıplıktan çıkmak için kendi küçük dünyamızı kurmaya çalışırdık biz şehirli çocuklar. Okula hep dolambaçlı yollardan gider, boş binaların içine kibritle girip varolmayan hayaletler arar, onların hayalini kurar, sanki birileri ya da bir şeyler varmışçasına korkar, birbirimize sokulur, sözüm ona heyecan yaratırdık. Ne deremiz vardı bizim Bahçelinin sokaklarında, ne tırmanacak kayalar, ne bakacak bir deniz. Tek avuntumuz kışın yağan kardı. Kış mevsiminin tadını sokak aralarında kardan adam yaparak çıkarmaya çalışırdık. Ama aldığımız tat, annemizin atkımızın içine ağzımızı burnumuzu kapatacak şekilde -kirli havayı biraz daha tutsun diye- yerleştirdiği kağıt mendilin ıslak tadıydı. Önce selpakları yerdik, sonra atkıları. Her yan tükürük kokardı. Çam ağaçlarının dikenlerinden kolye yapardık. Bir de yüksek bir yerden atılınca yere helikopter gibi dönerek düşen yapraklar vardı. Bazı çocuklar sarmaşıkları yerdi. Bana annem yemememi söylemişti. Ben de hiç yemedim. Hala da tadını bilmem. Biz şehirli çocuklar daha el üstünde ve hijyenik koşullarda yetiştirildik. Tabi daha nane molla olduk. Hiç sektirmeden, her ay alerji olurdum ben. Bu biraz benim zayıf bünyemden kaynaklansa da ben yine şehri suçluyorum. Sokaktaki macuncudan macun yediğimde de alerji oldum ben. Annem yine tembihlemişti yememem için. Asilik olsun diye değil, sadece bana kendi çocukluğunda yediğini anlattığı o rengarenk macunları hatırlattığı için yedim ben de, bir kırmızı bir yeşil. Ama ben alerji oldum. Bir keresinde de mahalleli çocuklarla armut ağacı bulmuştuk bahçelerin birinde.Tırmandık. İlk defa bir ağaca tırmanıp meyve koparmanın zevkini yaşıyordum. E, yıkayacak değildim herhalde. Yedim. Tabi yine yatak, döşek... Sevdiğim ve yediğim meyveler de var elbet Ankara’da. Bundan daha sonra bahsedeceğim. O zamanlarda Ankara’nın birkaç sevdiğim köşesi vardı: Yakın çevreler. Bahçelinin aşağı taraflarından Anıtkabir’e doğru çıkarken -17’den dümdüz aşağı inince çıkarsınız- tam evlerin bittiği yerde büyük bir boşluk vardı. Orada uçurtma uçurduğumu hatırlıyorum. Herhalde bir daha da üniversiteye kadar hiç uçurtma uçurmadım. Belki de o yüzden hırs yaptım verilen uçurtma projesini, gece gündüz onlarca uçurtma yaptım uçuracağım diye. Başardım da sonunda, en yükseğe benimki uçtu. Çocukluğumu uçurdum sonunda -anca 20 yaşında-. Şimdi o düzlüğe bir park yaptılar. Başka sevdiğim bir yer de Milli Kütüphane’yle Turizm Bakanlığı’nın arasındaki tepeydi. Orda eskiden bir yol değil, dağ vardı. -Turizm Bakanlığı binası da sonradan yapıldı zaten- Dedemle oradaki tepeye çıkar anne annem için rengarenk kır çiçekleri toplar, tepenin TEK’e bakan tarafındaki kenara oturur, geçen arabaları sayardık. Yıllarca saydık. O zamanlar saymayı daha yeni yeni öğrenen bir çocuk olarak geçen arabaları sayabiliyormuşum. O kadar azmış! Yıllar sonra nereden bilirdim onlardan birinin gelip de çarparak öldüreceğini zavallı dedemi. Bilsem hiç sayar mıydım? Topladığımız renkli çiçekleri küçük bir iple tutturur anne anneme götürürdük. Sahil çocukları kim bilir ne sayıyordu? Martıları, gemileri? Dalgalar eşliğinde. Bizse küçük dünyamızın içinde egzoz dumanlarının arasında geçen arabaları sayıyormuşuz. Korna seslerini dinliyormuşuz dalga sesi yerine. Hava şartlarına göre değişirdi sesler. Bazen kupkuru, bazen ıslak yollarda dönen tekerlekler farklı sesler çıkarırdı. Ankara’da geçen yıllarıma üzülüyorum... Dedemlerin Ankara’ya gelmesinin sebebi dayımın Odtü’yü kazanmasıymış. Onu mu suçlasam, annemle babamın Ankara’da tanışıp beni dünyaya getirmelerine vesile oldu diye, yoksa hala bu şehirden ayrılamayan kendimi mi? Dedemle gittiğimiz tepeden dönüşte Milli Kütüphaneyi çevreleyen kısa duvarların üzerinden yürürdüm. Geniş kaldırımdan yürümek de zevkliydi. İki sene öncesine kadar TEK’in önünde de kocaman bir kaldırım vardı. Salına salına yürürdünüz. Orayı da hallettiler. Neymiş arabalar yola sığmıyormuş. İşler iyiye gideceğine daha da kötüleşiyor her şey. Kütüphanenin oradan köşedeki parka gidiyoruz işte. Adnan Ötüken değil, orası sonradan yapıldı. Büyük, cascavlak ve ağaçsız. Sevimsiz. Daha çok oyun aleti olmasına karşın, ben hep eski parkı sevdim. Köşedeki eski olanı. Adı ne o parkın, bir adı var mı hiç bilmedim. Dedemle Bahçeli civarındaki parklara isim takardık hep. Lale diye bir akrabamızın oturduğu yere yakın olan ‘lalelerin parkı’ydı, ilkokulumun hemen yanında teneffüslerde çocuk çığlıklarının doldurduğu parksa ‘cıvıl cıvıl park’. Ama bu parkın adı yoktu. Bizim her zamanki parkımızdı, benim parkımdı o. İşte anlatacağım köşe burası, bu park. Sonradan değişmeyen, ellenmeyen, yıkılmayan, dokunulmayan yer burası. Herşey kapı girişiyle başlıyor. İki basamak, yanında da bisikletler için eğik düzlem. Tekerlekli sandalye için değil, çünkü sadece tek tekerin sığacağı bir genişliği var. İlk girişte daha sizi kucaklayan dut ağaçları. Her sene Haziran’ı iple çekerdim dutlar olsa da yesek diye. Elim, gözüm mosmor olana kadar çıkmazdım ağaçların altından. Köşede de hemen çeşme vardır. Yıkardım tabi ki dutları yemeden önce. Dut ağaçlarının alt tarafında dört beş bank ve ortada da boş bir havuz var. İçinde ne su olmuştur, ne de kum. Onun o boşluğunu sevdim ben. Çevresinden yürünür o havuzun. İçine girmek de anlamsızdır. Hiç bir aktivite yapmadan tekrar çıkacaksınız. Nitekim şu an atkuyruklu küçük bir kız da havuzun kenarında yürüyor. Havuz ne kare, ne de yuvarlak, anlamsız yamuk bir şekli var. Çevre yürüyüşünü eğlenceli kılan da bu aslında. Yerler oldukça temiz, çimler yeşermiş, sarı çiçekler açmış. Bekçilerin süpüremediği beton aralarına kaçmış çekirdek kabukları var. Banklar ahşaptan, dökme demirle birbirine tutturulmuş, zemine sabitlenmiş. Çöp tenekelerinin eski olduğu belli. Kenarları açılmış, paslanmış. Yeşil boyasının altından sarıları gözükmekte. Ve metalin en sevmediğim kısmı, lehim yerleri de açıkça görülüyor. Saat 13:15, Cumartesi Bir çocuk tek başına oynuyor, annesi ve ablası sandıklarımsa bankta oturuyor. İki otuzlu yaşlarında bayan oturmuş sohbet etmekte. Şu an saçlarını tarayan bir bakımlı yaşlı teyze tek başına oturuyor. Bir de ben. Hava yağmurlu, oturduğumuz banklar da ıslak ve şişmiş olmasına rağmen bayağı talep var aslında. İleriki köşede hanımeli var. İlk hanımelimin tadına da burada bakmıştım. İçindeki balı emerdi hep çocuklar. Ben de merak edip emdim bir kere. Bu bölümden sonra aşağı oyun bölümüne geçmek için dar bir beton yol var, sağda solda çim, ağaçlar ve çiçekler. Yolun sol tarafında yamuk bir ağaç var. En çok üstüne çıkmayı severdim bunun. Dedem beni kaldırır koyardı yukarıya. Oradan inemez, tutsak kalırdım. Ağaca çıkma, tutunma, ağacı hissetme duygularımı o ağaçla yaşadım. Sanırım bu doğasızlık ya da yapay doğa yüzünden üniversiteye girer girmez kendimi dağcılığa verip dağlara, kayalara, ovalara, derelere gittim. Toprakla barıştım, otları yedim, dereyi içtim, doğaya sıçtım. Ağacın hemen önünde sulama hortumunun bağlanması için yerde bir çeşme var. Şimdi üzeri metal bir plakayla kapalı. Oyun alanına girerken sol taraftaki ağaca saplanmış metal çubuklar var. Bu çubuklar üzerinde “köpekle girilmez” yazan bir tabelayı taşımakta. Bunu yeni koymuş olmalılar, eskiden yoktu. E, eskiden Bahçeli 7’de de köpeklerinin tasmasından tutup kıvırta kıvırta yürüyerek birbirlerine hava atan gençler de yoktu. Burada da hanımeliler ve iki üç dut ağacı var ama bunlar daha küçük. Ben ilk giriştekileri seviyorum. Buradaki oyun mekanın iki tarafında da kapı vardı. Sağdaki kaldırıma çıkıyor, soldakini ise kapatmışlar, iptal etmişler. Sanki orası daha önce hiç açık değilmiş gibi duvar örüp üstüne tel çiti de eklemişler. Fakat oraya doğru çıkan beton yol ve birkaç basamak hala duruyor. Kapının izleri tamamen yok olmamış. Bazen babamla kahvaltıya gelirdik bu parka. Genelde ‘yeme’ sorunum olduğu için belki burada iştahım açılır diye umduklarından olsa gerek. Açılırdı da, bir sürü zeytin yer çekirdeklerini gömerdim hep. Hiç zeytin ağacı çıkmadı Ankara’da. Oyun alanı dediğim yerde 4 tane salıncak, 1 kaydırak, 1 çift kişilik salıncak, 2 de tahterevalli olurdu. Şimdi bir kaydırak daha eklemişler. Bir de tahterevallilerden biri eksik. Kim alır ki? Anneler babalar çevredeki banklarda oturur, gazete okur, örgü örer, çocuklar ortada oynar, mutlaka düşer, ağlar, anneler yanlarına koşar... Tüm çocukluğum boyunca salıncakta sallandım diyebilirim. Hatta bir keresinde kışın da gelmiştik buraya dedemle, çok canım çekmişti. Kışın hep kaldırırlar salıncakları, sanki çocuklar da kaldırılabiliyormuş gibi. Çocuk bu, yaz-kış sallanmak ister. Evden ipimiz ve minderimizle gelmiştik. Dedem hemen kurdu salıncağımı, ben büyük bir zevkle mindere yerleşmiş sallanırken bir küçük kız geldi özenerek ve beklemeye başladı. Hep sıraya girilip beklenirdi salıncakların yanında. Dedem de güldü çocuğa. Bense o anki zevk ve bencilliğimle kendimi çok havalı ve özel hissederek “bu benimmm” dedim. Hala gözümün önünde kızın o üzgün bakışları. Ne kötü davranmışım. Yerler ise irili ufaklı taşlarla dolu. Çocukken en sevdiğim uğraş olan yuvarlak taş arama operasyonuna girişiyorum. Nerden geldiğini anlayamadığım bu yuvarlak taşlar herhalde artık bitmiştir diye düşünüp ümitsizce taşları eşelerken bir tane çıkıveriyor karşıma, yusyuvarlak, yassı, düğme gibi. Biraz daha bakınıyorum, dört tane oluyorlar. Elle yuvarlanmış gibi. Senelerce o kadar çocuk geldi geçti, hepsi de topladı; ama hala varlar, inanılmaz. Bu yuvarlak taşlar da benim küçük Ankaramın midyeleri işte. Oyun alanından aşağı doğru yürürseniz başka bir mekana geçiliyor. Mekanlar birbirinden aynı boyda budanan çalılarla ayrışıyor. Asıl bahsetmek istediğim parkın bu aşağı kısmı. Çünkü orası bambaşka bir yer. Farklı insanlara hitap ediyor. Oyun alanı yok. Dut ağaçları yok. Yani biz çocuklara göre pek birşey yok. O tarafa geçiyorum. Girince sağ taraf, genellikle liseli aşıkarın oturduğu bir mekan. Çocuklara o aşağı tarafa geçmemeleri tembihlenirdi. O yüzden bu tarafın başka bir anlamı vardır benim için. Biraz yasak bölge, yasak elma. Gerçi biz çocuklar geçmeden de, oyun parkında çalıların arkasından bakardık hep bu tarafa. Şimdi, o hep gizlice baktığım yerde oturuyorum. Ben buraya hiç sevgilimi getirmemişim, onu düşünüyorum. Geldik, ben hep oyun oynadım, salıncakta sallandım, dut topladım ama bu kısma hiç gelmedik. Çocukluğuma özendim hep. Çocukluğumdaki sevgililer köşesine değil. Zemine hiç dikkat etmemişim. 36 tane büyük, yaklaşık 1 metreye 1 metrelik beton karolar döşenmiş. Birinin içine yassı mermerimsi taşlar yatırılmış, betonla birlikte sabitlenmiş, yanındakinin içine de gelişigüzel yuvarlak taşlar dizilmiş. Yalnız ortadaki dört karo eksik. Ortadaki ağacın kökü fışkırmış ve çevredeki karoları oynatmış yerinden, ittirmiş. Bir tanesini de içine alarak büyümüş ağaç. Beton saplanmış resmen ağacın köküne. Demek ki sadece insanlar bozmuyor düzenlemeleri, doğanın dengesi herşeyi değiştirebiliyor. Bu sevgili sevgililer bölümünü de geride bırakarak aşağı doğru yürümeye devam ediyorum. Bir kaç bank daha var. Yine kapılar, sağdaki kaldırıma, soldaki Eser Sitesine çıkıyor. Bu kapılar parka istenildiğinde girip çıkma imkanı veriyor. Kaldırımda yürümekten canı sıkılanlar biraz parkın içinden yürüyüp sonra çıkıp gidiyorlar. Aşağı doğru yürüyorum. Ortada koca bir söğüt ve çevresinde daire biçiminde oturma yerleri var. Baharda salkımlarının arasında kayboluyorsunuz. Ve işte en son kısım: yaşlı mekanı. Burada da genelde diğer dedeler, parkın bekçileri oturup laflardı. Orda hiç oturmadım herhalde, hep geçtim buradan. Şimdi oturuyorum. Burası da yine kendi içinde kapalı bir mekan. Çevremi inceliyorum. Mekanın bir kısmının çevresi yaklaşık bir metre yüksekliğinde duvarla çevrili. Duvarlar delik delik. İçinde düzensiz ve yamrı yumru delikler var. Bir karış çapında anlamsız delikler. İçleri boş, karşı tarafı gösteriyor. Neden yapılmışlar acaba? Bu karşılıklı banklar konmuş misafir odası kılıklı mekanı da geçince solda bekçi kulübesi ve üç beş metre ilerimizde de çıkış kapısı var. Eve giden kapı. Aslında belki de burası giriş kapısıdır. Ama eve gitmek için hep bu kapıdan çıktığımız için burası benim için bir çıkış kapısı. Bu parkın benim çocukluğumda çok büyük bir yeri var. Şimdiki çocuklar için bunu bilemiyorum. Şimdi aqua parklar var, süper gelişmiş luna parklarda deli oyuncaklar var. Hem artık bilgisayar var. Şehirli çocukların mahalle aralarında yakan top ya da futbol oynadıklarını da pek görmüyorum artık. Evde oturup bilgisayar oynamayı tercih ediyorlar, bununla tatmin oluyorlar. Tabi anneleri de rahat. Çocuğu alacan parka götürecen, düşecek kafasını yaracak, üstü başı kirlenecek, ne gerek? Çocuk ne güzel temiz temiz evde bilgisayarın başında oturup asosyalleşiyor. Ankaramın sokakları Avrupa’ya benzemeye başladı. Çocuksuz... Tekrar yukarı doğru yürüyüp, havuzun çevresinde bir tur attıktan sonra girdiğim kapıdan çıkıyorum. Güle güle çocukluğum..

Yorumlar

En çok okunanlar

Isim Konusu

KIRKINI ÇIKARDINIZ MI?

Melbourne Gerçekleri Volume 1

Melbourne Gerçekleri Volume 2

Kültürel Kodlar

Yarra Valley Wineries / Şarabımızı nerde tatsak?

Ayakkabılarınızı mı çıkarırsınız, galoş mu alırsınız?

AVUSTRALYA GÖÇMENLIK BASVURUSU

Türkiye Tatili Sonrası Avustralya’ya Dönüş

Turuncu Balık